1 Mayıs 2009 Cuma

KASKET ve TAKKE

Köyümüze girdiğiniz anda dikkatinizi çekecek şeylerden biri de 50 yaş üzeri amca ve dedelerimizin başındaki şapkalardır. Bu bazen bir kasket olur, bazen ise bir takke.


Kasket arkadan öne doğru hafif bir eğimi ile yandan bakıldığında üçgen şeklinde, üstten bakıldığında ise sekizgen veya daire şeklinde olan, önünde bir siperliği bulunan özel bir başlıktı.

O yılların efsane siyasetçilerden biri olan Karaoğlan lakaplı Ecevit ile de özdeşleşen kasket 1970'li yılların sonuna kadar oldukça yaygındı. Kasket cumhuriyet döneminde rençberliğin (çiftçiliğin) simgesi olmuştu. Bazı yörelerde sekiz köşeli olarak da adlandırılan kasket Türkiye'mizin diğer kırsal bölgelerinde de hala görülür. Eskiden bir yaz günü öğleyin kahve önünde oturmuş, kasketini çıkarmış, diğer elindeki mendil ile kelindeki terini silen pek çok dede görürdünüz. Camiye gittiğinizde ise aynı kasketi ters giyilmiş olarak namaz takkesi haliyle görürdünüz. O zamanlar yaygın olarak kullanılan şapkalar köyümüzde artık o kadar da yaygın değil. Peki, ne oldu da böyle bir toplumsal değişim meydana geldi?

1980'lerden itibaren televizyonun pompaladığı popüler kültür ile birlikte genç nesil daha kısa sürede zengin olmaya, eğlenmeye, kot pantolona ve t-shirt'e özeniyordu. Alın terinin simgesi rençberlik mesleği ise zahmeti ve zorlukları nedeniyle arzu edilir bir meslek olmaktan çoktan çıkmıştı. Böylesi bir dönemde şapka takan bir gencin kızların gönlüne girebilmesi pek mümkün değildi. Tüm bunların bir sonucu olarak kasket kullanımı giderek azaldı.

Gençler şapkanın her türlüsünden hızla uzaklaşırken o zamanın orta yaş ve yaşlı grubu da boş durmuyordu. Muhafazakar akımların da etkisi ile takke kullanımı yaygınlaşmaya başladı. Takke deyince hemen namaz takkesi anlaşılmasın. Bahse konu takke biraz daha kalın ve renklidir. İki katlı olarak, kenarlardan yukarıya kıvrıktır. Tepesinde ise iplikten yapılmış küçük bir top bulunur.

Hep gözümüzün önünde olan, ancak her gün aynaya bakan adamın yaşlandığını fark edememesi gibi toplumsal değişime seyirciyiz. Bugünkü konumuz şapkaydı. Bir sonrakine belki başka bir özelliğimize eğilir, bakıp da göremediklerimize biraz daha yakından bakarız.

26 Mart 2009 Perşembe

KÖYÜMÜZÜN NUR YÜZLÜ İHTİYARLARI

Sonbahar yaprakları gibi dökülen bir neslin daha ebediyete intikal edişine şahit oluyoruz. 20 nci yüzyılın başında doğmuş bir çok büyüğümüz belki 21 nci yüzyılı göremeden aramızdan ayrılmıştı. Solmuş fotoğraflardaki o nur yüzlü ihtiyarları sadece tozlu albümlerde mi bırakacağız. Tabii ki hayır. Köyümüzden iyilik meleği gibi kalbi olan öyle insanlar geldi geçti ki, eğer onlar cennetlik değilse, ben kendi hakkımdan feragat etmeye razıyım. İşte onlardan biri de rahmetli Behtiye Nine.

Köylü onu Arapların Behtiye (köyümüz şivesiyle Araplaan Bettiye) diye bilirdi. Esmer olup da, kalbi bu kadar beyaz olan kaç kişi vardır acaba. Annem ve babam 1968 yılında evlenip, kiracı olarak bitişik eve taşındıklarında komşu hakkkının ne demek olduğunu öğreten oydu. Anneme her şeyi öğreten, öğretirken de sevdiren oydu. Yıllarca Almanya'daki babamı evde yalnız başına bekleyen annem korkmasın diye kızı Hatice Ablayı gönderen oydu. Benim doğumumda yanımızda olan, bize öz babaanne ve anneannemizden daha yakın olan Bettiye Ninemiz ve Hacı Dedemiz. Onları öylesine candan benimsemiştik ki, bayramlarda gelen öz çocukları ve torunlarını için için kıskanır, onlar bir an önce gitsin de Bettiye Ninemiz ve Hacı Dedemiz tekrara bize kalsın isterdik. Hacı Dede ile birlikte öylesine uyumluydular ki, Allah'ın onları cennette bile ayırmaya kıyamayacağını düşünüyorum. O mahalleden taşındıktan sonra bile her bayram ziyaretlerimizin vazgeçilmez durağı, her ikisinin de yaklaşık 10 gün arayla vefat etmesi yüzünden yetim ve öksüz şimdi. Ben, Hacı Dedenin gerçek adını hiç sormadım. Çünkü o bize dışarıdan getirdiği odunlarla maşıngasını yakarken tik tak öten tavuklu saatin sesi eşliğinde beraber gittikleri Hac anılarını sevdirerek anlatan Hacı Dedemizdi. Arada bir köstekli saatine bakıp, namaz vaktinin gelip gelmediğini, kontrol ederken gözünüz birden "mes" denilen lastik ev içi ayakkabılarına takılırdı. O yaşlı dede bastonuyla yavaş yavaş camiye yol alırken, siz gürül gürül yanan maşınganın yanında yüzünüz sıcaktan pembeleşmiş halde Bettiye Nineyle sohbete dalardınız. O size nasıl doğduğunuzu, nasıl büyüdüğünüzü anlatır. Siz hiç hatırlayamacağınız hatıraları onun penceresinden gözünüzde canlandırırdınız. O size lokum ve kolonya tutarken, arada bir kaybolur, biraz döndüğünde namazını oracıkta kılıverdiğini görürdünüz. Çaktırmadan eski radyoyu biraz kurcalar, duvardaki Kabe manzaralı duvar halısındaki resmin gerçekten var olup olmadığına dalardınız. O nur yüzlü nine son yıllarda giderek zayıflayan hafızası nedeniyle belki bir kez daha nasıl olduğunuzu sorar, bazen eşinizin adını unutur, ama o gülen yüzüyle bunun için bile özür dilediğini görünce, insanlığınızdan utanırdınız. Bu insanlar kutup yıldızı gibiydiler. Kendileri kadar başkaları için de yaşadılar. Onlar yalakalık olsun diye değil, Allah rızası için çevresindekilere yardım eder, sevabını kazanma ümidiyle mutlu olurlardı. Ne mutlu bana ki, ruhumu temizlemek ve daha iyi bir insan olabilmek yıllarca her bayram ziyaretine gidebileceğim bir çift kutup yıldızım vardı. Hacı dede ve Bettiye Nine, Allah sizden razı olsun. İyi ki vardınız. Nur içinde yatın...

Şimdi belki çok uzaklarda olan çocuk ve torunlarını sevgiyle anıyor, böyle bir manevi mirastan dolayı onları kutluyorum. O iki beden şimdi toprak olsa da, geride bir hoş sada bırakmayı başardılar. Darısı hepimizin başına...

Sağlıcakla kalın...